Zurück

Björn Bicker Ece Temelkuran

May 31st, 2016 – Brief nach München versendet (Temelkuran an Bicker)

Sevgili Björn,

Bir sürü nedenle ilk mektubu yazmam bugüne denk geldi. İronik bir durum. 3 yıl önce bugün Gezi direnişi başlamıştı ve ben mektup yazmak yerine Taksim Meydanı’nda büyüyen kalabalığa bakıp “Kocaman bir şey çıkacak bugünden” demiştim. Kimseye inandırıcı gelmedi, ama sonunda hakikaten de kocaman bir şey oldu ve artık bütün dünya neyden bahsettiğimi biliyor. Bugün, “Gezi’nin yıldönümü” olduğu için bir kaç gündür herkes “bir şey” olup olmayacağını konuşuyor. Ve sanırım herkes hiçbir şey olmayacağını biliyor. Kırıldık. Kırıldım.

Kırılganlık keşke Sting’in şarkısındaki gibi kişisel bir şey olabilse. Sadece içsel bir şey. Bu ne büyük bir lüks olurdu bizim yaşadığımız yerlerde yaşayan insanlar için. Ama bir kalabalık olarak, hep birlikte kırılmak diye bir şey var. Ben ve benim gibiler bu ülkede şimdi bunu tecrübe ediyor.

İnsan garip bir şey. Bu yeni bir haber değil elbette. Ama insan bunu kerelerce farklı şekillerde öğreniyor, kırılganlığın farklı şekillerini öğreniyor hayat boyunca. Kırılganlık sonunda sadece üzüntü, yenilgi veya küskünlük üreten bir şey değil. Öfkeyi üzüntüden daha kolay bulan bir toprakta yaşıyorsan kırılganlık en çok öfke ve nefret üretiyor. Ve en çok da birbirine benzeyen insanlar birbirlerine öfkeleniyor, üstelik kırılgan oldukları için. Sanırım bizler Gezi ayaklanması sonrasında gelen yenilgiden ötürü burada şimdi birbirimizi suçluyoruz ve kendimizi. Yenildiğimiz için kendimizden nefret ediyoruz. Öfke, kırılganlığımızı saklamak için en yakışıklı kılık değiştirme.

Gezi ve benzeri ayaklanmalar elbette insan ve tarih dediğimiz dev kavramlar için küçücük şeyler. Avrupa’nın göbeğinde veya Türkiye’nin Güneydoğu’sunda patlayıp duran ve yüzlerce can alan bombalar da öyle. Olaylara, durumlara sanki bir teleskobun iki ucundan birden bakıyorum. Ayaklanmalar, ölümler, trajediler teleskobun doğru tarafından bakınca dev gibi görünüyor ama teleskobun öbür ucuna geçip bakınca, tarih tarafına, o zaman da mikroskobik küçüklükteler. İnsan, eğer insanlığa bakmak gibi bir mesleği varsa sürekli bu teleskobun bir ucundan öteki ucuna koşturuyor.

Üstelik benim gibi karmaşık ülkelerde yaşayanlar için başka mercek değiştirme zorunlulukları da var. Kırılganlığımızı öteki, daha düz, daha emniyetli, daha sakin ülkelere anlatabilmek için yaşadığımız deliliği estetize etmemiz gerekiyor. Kendimize kendi merceklerimizle değil, Batı’nın mercekleriyle bakıp hikayelerimizi onlar tarafından çiğnenip yutulabilir hale getirmek zorundayız. Yoksa kimse bizi dinlemiyor. Biz belki bu yüzden kendi hayatlarımızı, gerçekliğimizi anlatırken kekeme oluyoruz. Sürekli mercek değiştirmek zorunda kalmaktan dilimiz tutuluyor.

Başka bir mercekten daha söz etmeme izin ver. Kendi kalbimize baktığımız mercek bu. Şiddetin normalleştiği ülkelerde ve belki artık şiddetin hala şaşırttığı ama süreceğinin belli olduğu seninki gibi ülkelerde de, kendi kalbimize bakarken merceği değiştirmek zorundayız. Kalbimizin yerinde, gördüklerimizden ve değiştiremediklerimizden kaynaklanan bir harabe var. Orada bir harabe görmek bizi bir kez daha “bombalayacağı” için belki, artık oraya bakmamayı seçiyoruz. Buna hissizleşme deniyor. Alışmakla kolayca karıştırabilecek bir şey. Artık yara iyileşmeyecek kadar çürüdüğünde yapılan bir şey. İçinden çıkılamayacak kadar karanlık bir çukura dönüştüğünde kalbi topyekun yok saymaktan söz ediyorum. Kırılganlığı yok saymaktan…

Brüksel’de yaşayan yazar arkadaşım Annelies Beck şehrindeki bombacının kendi sokağında yaşadığının ortaya çıkmasından sonra Paris’te bir araya geldiğimizde garip bir hikaye anlattı. Hikaye ona garip geliyor elbette oysa söz ettiği başka bir mercek değişikliği meselesiydi. Olayın, trajedinin “ben”den ne kadar uzakta olduğu ile ilgili bir mercek yanılgısı. Seçilmiş bir yanılgı bu. İnsan bu korkunç olayın kendisine çok yakın bir yerde olduğunu düşünmek istemediği için kendinden uzaklaştırıyor hadiseyi:
“Yo yo hayır, sokağın ta öbür ucunda yaşıyormuş.”
Bu mercek problemini ilk kez 2006’da Beyrut’ta yaşamıştım. İsrail saldırısının ardından Beyrut’un kuzeyindekiler, kendilerine arabayla yirmi dakika uzaklıktaki mahallenin bombaladığını balkonlarından izliyor ve şöyle diyorlardı:
“Yo hayır, Beyrut bombalanmıyor. Güney Beyrut bombalanıyor.”
İnsan bunu korkmamak için yapıyor. Kabul etmemek için.

Kırılganlığımıza hangi mercekle bakıyoruz artık bilmiyorum. Ya da sizin oralarla bizim buralar arasında bir fark var mı? Kaldı mı?

Sevgiler,
Ece.

June 23rd, 2016 – Antwortbrief nach Istanbul versendet (Bicker an Temelkuran)

Münih, 23. Haziran 2016

Sevgili Ece,

Mektubun için çok teşekkürler. Sana yazmam çok zaman aldı. Üç hafta geçip gitmiş. Benim için başlangıçlar genellikle zordur. Bu kez çok fazla iş vardı. Her zamanki gibi. Bir de senin yaptığın başlangıç öylesine güçlüydü ki, hemen cevap yazmaktan biraz çekindim. Büyük meseleler. Bakış açısı. Perspektif. Kalplerdeki harabeler. Senin ve benim aramızdaki fark. İlişkilerin kırılganlığı.

Mektubunun sonunda siz oradakilerle biz buradakiler arasında bir fark var mı diye soruyorsun. Evet, elbetteki bir fark var. Ama hepimiz aynı caddede yaşıyoruz. Aynı arkadaşın ve bombacı gibi. Sadece pek çok insan bunu henüz kavramadı. Daha da kötüsü: Sürekli olarak yeni bariyerler inşa etmekle meşguller. Caddeyi geçilmez ilan etmek için. Caddenin sonundaki komşularının nasıl olduğu, hangi öfkeyi duyduğu hangi hastalığa, hangi hayallere hangi nefrete sahip olduğu konusunda sorumluluk taşıdıklarını duyumsamak istemiyorlar. Daha da fazlası – ki bunu Belçika´daki, Fransa´daki, Orlando´daki saldırılar da bize gösterdi: Bu tipler bizim akrabalarımız, çocuklarımız ve kuzenlerimiz, biz istesek de istemesek de.  Aile hikayemiz bizim sahip olduğumuz sorunlara sahip olmamıza yol açtı. Bunu hepimiz birlikte kabullensek nasıl olurdu? Ne değişirdi? Hangi acıya katlanmamız gerekirdi? Hangi kaygılar bizi harekete geçirirdi? Çocukları nasıl iyileştirirdik?

Dürüst olmam gerekirse: Herşeyin kırılgan olduğu bilinci, siyasi münasebetlerin, kişisel ilişkilerin, aşkın ve insanların bağlantıya girmesiyle yaşam bulan her türlü durumun kırılabilirliği bilinci ben de henüz son 15 yılda gerçek anlamda gelişti. Bana sanki daha öncesinde bir baloncuğun içinde yaşamışım gibi geliyor. Gerçi içerisinde herşeyin; ilişkilerin, refahın, geleceğin, geçmişin herzaman kırılgan olduğu bir ailede büyüdüm. Ailem, savaş sonrası dönem bir Alman ailesi – bölünmüş, parçalanmış, yutulmuş, alkole batmış, ama herşeyi ebeveynlerinden, büyük anne ve babalarından ve onlardan da önceki kuşaklardan daha iyi yapabilme arzusunda, artık dünyanın sorunu değil, çözümün parçası olma yönünde dürüst iddialar taşıyan. En azından Adorno´dan beri bunun da bir sorun olabileceğini biliyoruz. Herşey öylesine boktan biçimde karmaşık ki. Ve nihayetinde baloncuk içerisinde bi yaşamdı, ta ki son yıllarda, esasen 11 Eylüldeki tarihsel kopuşa kadar – ki aslında o da bir kopuş değil yıllar süren gelişmelerin neticesiydi, bu sadece bizim batılı perspektifimiz açısından öyle biliyorum, ama bu dünyada herşeyin birbiriyle alakalı olduğuna dair güçlü bir bilinç oluşturmamın bu olaydan sonra gerçekleşmesi bile aslında bu baloncuğun bir yansıması. Öncesinde kırılgan olanın savunulmasıyla o derece meşguldüm ki, kırılganlığı algılayabilecek bir merceğim olmadı. Batı Alman refah mucizesinden beslenerek herşeyin güvenli ve sağlam olduğu inancı içerisinde yaşadım. İkinci Dünya Savaşı sonrasında herşey tarumar olduğundan, evler, insanlar, ilişkiler, kısacası herşey, bir ilüzyon inşa edildi. Bu ilüzyon kırılganlığın aşılabilir olduğuydu. Eğer bir psikolog olsam şunu söylerdim: Travmalarımız bizi, güven, refah, barıştan oluşan sahte dünyamıza kapanmaya sürükledi. Ve şimdi anlıyoruz ki, hiçbir zaman bir savaş sonrası dönem olmamış. Savaş hep varmış. Ama dünya dönmeye devam etti – Doğu bloku çöktü. Almanya yeniden birleşti. Yeni savaşlar çıktı. Globalleşme ve onu izleyen iğrenç dünya çapında ekonomik yağma akınları, asla huzura ermeyen postkolonyal çatışmalar, sona ermek istemeyen göç akımları, nüfus hareketlilikleri, yoksulluktan, savaştan ve pespektifsizlikten kaçış. İyileşmemi hızlandıran birbaşka şey ise birkaç yıl önce 11 Eylül saldırısını gerçekleştirenlerin destekçilerinden birinin yaşadığı semtte çalışmaya başlamam oldu. Oradaki klasik göçmen mahallesinde güncel toplumumuzun tüm karmaşıklığıyla yüzyüze geldim ve bunun tamamen yanı sıra çok iyi dostlar buldum. Dünya çok daha karmaşık ve bazen pek çok kanaat önderinin bize vaaz etmeye çalıştığından daha da umut verici.

Küçük Macbook´umda tüm dünyanın bilgisi bir kaç saniyede kullanılabilir durumdayken, 3000 kilometrelik yürüme mesafesi nedir ki? İnternette en yakın mesafede takılıyor ve en mahrem konularla ilgili her an chatleşebiliyorken, dünyayı ülkelere, kıtalara, milletlere bölmeye, nasıl nasıl devam edebilirim? Veya başka türlü sorarsam: Tramvayda yanımdaki yabancının koltuk altı kokusu beni doğrudan sinirlendiriyor da Gezi Parkı protestocularına atılan biber gazını neden koklayamıyorum? Neden gözüm yaşarmıyor, neden midem kalkmıyor? Neden kendime bir gaz maskesi satın almıyorum? Halbuki bunlar caddenin öteki ucunda oluyor.

Görüyorsun ki, çok sorum var. Ve bu sorular giderek çoğalıyor. Biliyorum, her sorunun ardında bir beyan saklıdır. Bunu en iyi biçimde İstanbul´da öğrendim. Birkaç yıl önce Freiburg Tiyatrosu ve İstanbul´daki garajistanbul Tiyatrosu´nun ortak bir projesi kapsamında Türk kültürel ve siyasal yaşamından 10 ikon hakkında bir metin yazmıştım. Farklı sanatçılardan oluşan bir Alman ekibin üyesiydim. Metinde, Bülent Ersoy, Deniz Gezmiş, Duygu Asena, Tanju Çolak, Ajda Pekkan, Kemal Atatürk ve daha birkaç başka ismi içeren birbirinden farklı figürler ele alınıyordu. Senin ülkenin geçmişine ve bugününe bir yakınlaşma denemesiydi. Daha fazlası ya da daha azı değildi. Bunun aynısını Almanya´da yapan bir de Türk ekibi vardı. En sonunda neticeler ortak bir gösteride birleştirildi. Benim metnim sadece sorulardan oluşuyordu. Bunlar ciddi sorulardı, ama iğneli sorulardı aynı zamanda. Bunun neticesi, İstanbul´daki ikinci gösterimde birkaç yaşlıca Kemalist hanımın, biz Alman ekibe, Kemal Atatürk hakkında ve genel olarak Türk toplumu hakkında ifadelerde bulunmadan önce Hitler´den utanmamız gerektiğini yüksek sesle ve taşkınlıkla bildirmek üzere sahneye akın etmesi oldu. Bu sert ve çatışmacı reaksiyona şaşırmıştık, İzleyen günlerde konu sadece işlenmekle kalmayıp ciddi biçimde körüklendi. Açıkçası, geri dönüş uçağımın tüm gazete ve televizyon haberlerinin yayınlanmasından öncesine ayrımış olmasına sevindim. Şunu söylemek istiyorum: Mektubunda tasvir ettiğin gerilme potansiyelinden bir parça yaşadım ve aynı zamanda kırılganlığı içeren bir tecrübe oldu: Söz konusu olan çevirinin kırılganlığıydı. Sonrasında anlaşıldı ki, metnimin Türkçe çevirisi açık biçimde yanlış anlaşılmaya çok uygundu. Soru sorma biçimim benim arzu ettiğim biçimde yansımamıştı.

Aynı zamanda anladım ve Türk sanatçı arkadaşlarımla çalışırken de belli oldu ki, dünyada, benim gibi herhangi Batılı tiplerden hayat dersi almaya pek istekli olmayan insanlar var, bunlar soru olarak incelikle gizlenmiş bile olsa. Belki bunlar senin kastettiğin merceklerdir. Benim merceklerim her halükarda önemli bir sıçrama yaptı – böyle olması iyi.  Aynı derecede ürkütücü ve endişe verici biçimde şu sıralar benim için önemli değerlerin yok olma tehdidi altında olduğunu görüyorum. Avrupa´nın her yerinde sağcı partiler giderek güçleniyor, hergün yeni insanlar onlara katılıyor. Tezgahlarını nefretle döndürüyorlar. Nefret ekip, nefret biçiyorlar. İnternette ve analog dünyada. Ben ise kendime bu nefretin nereden geldiğini soruyorum. Müslümanlardan, ülkelerinden kaçmak zorunda kalan insanlardan nefret, kadınlardan nefret, homoseksüellerden nefret, egzantriklerden nefret, entellektüellerden, Yahudilerden nefret, kendinden nefret. Empati, sevgi, cömertlik, bağışlayıcılık ve aklı selim gibi değerler kırılgan. Sağcıların nefretiyle teröristlerin nefretinin aynı madalyonun iki yüzü olduğu ise öylesine açık ki. Bu yetersiz ve bağımlıların madalyonu; bu kalpleri çarpık ve kabuk bağlamışların madalyonu. Bazı zamanlar değerlerimizin nefret ve narsizmden ve iktidar hırsından çok daha zayıf oluşundan endişe ediyorum. Evet, senin ülkende şiddet çoktan açığa çıktı – İnsanlar sokaklarda ve çatışmalarda ölüyorlar ve benim ülkemde içlerinde nefret taşıyan o kadar çok insan var ki, öldürmeye giden adım çok büyük değil. Nasıl başaracağız onların kendilerine nefretlerini gidermeyi, kırılabilir olandan korkuyu ortadan kaldırmayı? Onları açmayı ve hatta belki de esasında nefrete değil çeşitliliğe ihtiyaç duyan bir dünya konusunda heyecanlandırmayı? Kendi kalplerimizdeki enkazları nasıl kaldıracağız ve devam edeceğiz? Nasıl olacak bu?

Sana Münihten bolca selamlar, Avrupa´nın her neresinde isen…

[Dostun] Björn

P.S: Büyük Biritanya´nın Avrupa Birliği´nden ayrılmasının sabahından yazıyorum. Kırılganlık ve Avrupa konusuna ilişkin olarak. Endişeli ve bunalımlı bir ruh hali içindeyim. Üzerinde hareket ettiğimiz ince buz şimdi tümden mi kırılacak? Şimdi nereye doğru gidiyoruz? Bana Avrupa´daki siyasi durum artan biçimde kontolden çıkmış gibi görünüyor. Bir kez daha: Asla bir savaş sonrası dönem olmadı. Ve eğer olduysa bile: Artık o da geçti.

 

Cem Şentürk tarafından Almanca´dan çevirilmiştir.

September 10th, 2016 – Brief nach München versendet (Temelkuran an Bicker)

Dear Björn,

Long time no see, right? Sorry fort his long silence. However few historic happened in Turkey while I was not in touch with you. An airport explosion, which many people in Turkey pretended did not happen and a failed coup attempt, which made Turkey headlines for weeks on international media. Not a great time for talking about fragility, ah? Well maybe the opposite and it is the best occasion to talk about fragility.

I am witnessing and actually personally experiencing various ways of veiling fragility nowadays. Dismissing, being furious, drowning yourself in pleasure or basically taking selfies not to look at anything else but your face. My personal choice is pathological working. I am not doing anything but working. Meanwhile since I am going on a book tour in London tomorrow for my book on Turkey there is a question circling in my mind. Is this really an interesting topic for foreign audiences talk about? Do you think the way people are dealing with traumas in Turkey would be any interest to “foreigners”? I really don’t think so. Because, I am afraid my country has fallen into that category of crazy countries where anything can happen. And if you are living in one of those countries you don’t have the luxury to be asked about your traumas. This reminds me an Ethiopian man I met in a refugee camp on the Tunisia-Libya border right after Gaddafi was killed. I was wandering about in the camp and asking cliché journalist questions to the residents  of the camp. Water? Food? Living conditions and so on. This man standing in front of his bloody tent was listening with patience with a bitter smile in his face. When I was finished with my stupid questions he started talking in fluent English and asked me a question:

“So you really don’t consider the possibility that I might have a CV, do you?”

No I did not. I guess this was the first time I was extremely embarrassed in my life. Since he is coming from a crazy country called Ethiopia his only needs should be running away from the country, feeding himself and being able to wash himself on regular basis. There I was, the white female journalist who thinks that if your country is as crazy as hell you are not supposed have other needs, problems or even character. Nowadays something similar happens to me when I go to European countries. All they ask me is “Do you feel safe?” As if feeling safe is good enough if you are living in Turkey. What goes around comes around I guess. He was an English teacher by the way. And I tried to make it up to him by giving him my favorite fountain pen. As if it can make things better. And now press freedom activists or journalists are giving me their cards to call them if needed. As if it can make things better. We are all desperate in a way, aren’t we?

I am fragile. Yes, I am. I am even broken. So what? The history is making its shifts so recklessly that the fact that I am broken is extremely insignificant. Maybe somewhere somebody is thinking of writing the history of broken people and in how many ways people can be broken. In countries where deaths are coming in dozens that would only make people laugh in the most bitter way I suppose.

I am a bit dark nowadays. Sorry for not telling you something better then my personal cul-de-sac.

Best,
Ece.

December 9th, 2016 – Brief nach Istanbul versendet (Bicker an Temelkuran)

Sevgili Ece,

Mektuplaşmalarımız bir inziva halini anımsatıyor. Arada sırada duyulan bir gong sesi ile bir kaç sözcük dökülüyor ve ardından haftalarca sükunet geliyor. Son mektubun beni sarstı. Biliyor musun, sen yazmadan önce biraz sabırsızlanmaktaydım… Çünkü, devam etmenin gerçek bir fikir alışverişine girmenin yararlı olacağını düşünüyordum. Ve ardından sen yazdın, kırılmış olduğunu. Soruyordun, dünyada herhangi biri Türklerin travmalarıyla ilgileniyor mudur diye. Ama ardından çektiğin acıyı, yaşadıklarını başkalarınınkiyle karşılaştırıyordun. Elbette her zaman daha kötü durumda olan birileri vardır. Çektiğin sıkıntıların ağırlığı, Halep´te mahsur kalmış ve kendilerini kimin vurduğunu, kimlerin canlarına kast ettiğini, kimlerin çocuklarını, umutlarını ve herşeylerini aldığını bilmeyen dostlarımızın sıkıntılarının ağırlığı karşısında ne ifade eder. Hala nasıl bir arada yaşayabiliriz? Bu dünyada. Türkiye´de. Suriye´de, Fransa´da, İngiltere´de, Rusya´da, Angola´da, Almanya´da.

Mektubun beni kilitledi, böyle birşeyi daha önce hiç yaşamamıştım. Önceleri sıklıkla kimi yazarların „yazar tıkanıklığı“ndan yakındıklarını okumuş, her seferinde „Mızmızlanıp durma, ağlayacağına çalış“ diye düşünmüştüm. Ya şimdi? Bu kez beni buldu. Haftalarca. Bir satır yazamadan. Kaçtım. Yazmaktan. Kendime hergün şunu söyledim: Yarın oturuyorsun ve herşey kaldığı yerden devam ediyor, ardından Ece´ye cevap veriyorsun. Ama sonra konumuzu düşündüm, kırılganlığı, ağlayacak gibi oldum. Yapamayacağım diye düşündüm. Gerçekte nasıl hissettiğine dair zerre fikre sahip değilken, ona nasıl cevap verebilirim, diye geçti aklımdan. Türkiye´de olmanın ve bu haftaların ve ayların cinnet halini yaşamanın ne demek olduğunu tahmin edebiliyorum. Ama sadece bu değil; yaşadığım tıkanıklık tüm düşüncelerimi işgal etti. İliklerime dek işledi. Beni ansızın suskunluğa iten artık burada, Almanya´da Münih´teki ayrıcalıklı hayatımın minicikliği değil, yaşam koşullarımızın kırılganlığı, alışılmış koordinatlarımın kırılması ve silinmesiydi. Aslında bu sanırım, olduğunu düşündüğüm şeyin tam tersiydi. Yazmayı sadece bir noktadan başarabiliyorum, bir duruşum, bir noktam, bir perspektifim varsa. Hepsi bir anda elimden gitti. Sadece yıkılma, tehditler, çatlaklar ve çekişmeler gördüm. Eğer internette seyir halindeysem: Nefret gördüm, her yerde nefret. Göçmenlere karşı. Müslümanlara karşı. Demokratlara karşı. Gaylere karşı. Lezbiyenlere karşı. Mültecilere karşı. Zayıflara karşı. Ve bu haliyle sevdiğim açık ve hür yaşama karşı. Katışıksız nefret, ifadesini kelimelerde bulan. Hakaretlerde bulan. Şu iğrenç ve yazarlarının kendilerinebiçtikleri değersizliği yansıtan kendinden emin yorumlarda bulan. Ama diye sormadan edemiyorum, insanlar bu kadar mı zayıf? Neden herşeyi haset, nefret ve intikamcılıkla kaplamaları gerekiyor? Onları kim böylesine bozdu? Hangi ebeveynler bu işin sorumlusu? Bu nefret Almanya´da caddelerde de hayat buluyor, sağ akımlar olan Pegida ve AfD´nin sokak gösterilerinde. Onların konuşmalarında, siyasetlerinde, tehditlerinde. Ve mevcut partiler onların tezlerini, bir kaç seçmen kazanmak üzere devralıyorlar, ama korkuyu daha da büyütmekten öte hiçbirşeye ulaşamıyorlar. Benim korkumu, demokrasimize dair, işleyen sistemimize dair korkumu, sistemimiz üzerine belki pek çok eleştiri yapılabilir, ama pek çoğumuzun oldukça iyi durumda olmasını ve büyük ölçüde özgürlüğün tadını çıkarmasını sağlıyor. Hiç bir zaman yeterli olmayan özgürlük, ama tabi başka yerlerdekinden daha fazla, iyi ama ben bu düşüncelere yönelince, hepsi tuzla buz oluyor. Çünkü, bu şekilde düşünmenin sinizm olduğunu düşünüyorum ve mektubun aklıma geliyor: bu bir dünya: Benim özgürlüğüm – senin özgür olmayışın. Biz burada barışta – savaşın tam ortasında. Yaşamımız başlı başına bir sinizm. Herşey birbirinin içine girmiş. Hepsi şu ünlü madalyonun iki yüzü. Erdoğan´ın politikası ayrılmaz biçimde benim ülkemin, Avrupa´nın politikasıyla bağlantılı. Ver ardından Münih´e sığınan, kırılganlık konusunda pek çok söyleyecekleri olan, aileleri herhangi bir savaş bölgesinde kalmış, akrabaları ölmüş, herşeylerini, evlerini, güvenlerini, dostlarını, yaşam perpektiflerini yitirmiş yeni Suriyeli dostlarımla buluşuyorum ve susuyorum.

Ve bu yaz uluslararası bir sanat ve tiyatro festivali olan Ruhr Trienali´i kapsamında URBAN PRAYERS oyunum bir Diyanet [DİTİB] Camisinde gösterildiğinde, Türkiye´nin burada da olduğunu gördüm, orada Almanya´daki Türk toplumunun ne derece bölünmüş olduğunu hissettim, orada Alman kamuoyunun buna ne derece sahtekar bir tavır aldığını fark ettim. Uzun yıllar Diyanet camileri, ılımlı ve diyaloğa açık İslamın temsilcileri olarak Alman resmi kurumları için ilk elden muhatap sayılıyorlardı. Ve birden bire gazetecilerin soruları gelmeye başladı: Neden bir Diyanet camisinde tiyatro düzenliyorsunuz? Böyle birşey yapılabilir mi? Onlar radikal değil mi? Hepsi Erdoğancı değil mi? Ardından herşeyin ne derece karmaşık olduğunu fark ettim. Bunlar onyıllardır Almanya´da yaşayan, ama GERÇEKTEN buralı olamamış kişiler, çünkü buradaki toplum onlara GERÇEKTEN buraya ait olmadıkları hissini verdi. Ve şimdi herkes, onların kimi zaman neden duygusal ve fikri olarak ikinci vatanları Almanya´ya değil de, Türkiye´ye odaklandıklarına şaşırıyorlar. Gençlerin pek çoğu burada dünyaya geldi, kendilerinin de çocukları var. Onlar açısından durum daha da karmaşık. Söylemek istediğim: İki ülke yok: Türkiye-Almanya diye. Sadece bir ülke var. Ne bileyim adı ne, ne bileyim bu ne anlama geliyor. Ülkelerimiz birbirinden ayrılabilir değil. Bu günden güne daha karmaşık hale geliyor. Ekim ayında, yazmaktan kaçarken -ki tıkanıklık tüm zaman boyunca yanımdan ayrılmadı- Venedik´teydim. Mimari bienalinde ekibim ve Hamburg´un multi kültürel bir bir semtinin 60 sakini ile birlikte bir büyükelçilik açtık. „Representing Germany – THE VEDDEL EMBASSY“ başlığı altında bir hafta boyunca yeni Almanyayı, çok dinli ve çok etnisiteli bir yer olarak ve tabi fakir ve ihmal edilmiş yüzüyle temsil ettik. Herbirimiz bu yeni çeşitlilik ve açıklık dünyasının elçileriydik. Atölye çalışmaları organize ettik, konserler düzenledik, tartışmalar yaptık. Aramızda Türk kökenli Müslümanlar, Kürtler, Aleviler, Afrika´dan Almanya´ya göç etmişler, Romanlar, Afganlılar, Bulgarlar, Fransızlar, İngilizler ve Alman kökenliler vardı. Cami cemaati, kilise cemaati, futbol kulübü, sosyal demokrat milletvekilleri ve mülteci evinin bina sorumlusu aramızdaydı. Yerliler, göç etmişler, iltica etmişler, vatansızlar. Veddel semtinde iyi biçimde birlikte yaşayan tüm insanlar. Hepsi. Goethe Enstitüsü´nün daveti ile Chiesa della Misericordia´da gerçekleşti. Burası futbolcu Sebastian Schweinsteiger ile tenisçi Ana Ivanovic´in bu yaz evlendikleri kilise. Her akşam İtalyan misafirlerimiz ve uluslararası konuklarımızla gerçekleştirdiğiniz büyükelçilik akşam yemeklerinden birinin konusu Avrupa´daki mültecilerin durumu olacaktı. Elçilerimizden biri olan Afganistanlı Hasan akşamın erken saatlerinde bir kriz geçirdi. Bilinmez bir nedenden ötürü çektiği ağrılar bayılmasına sebep oldu. Grubumuzdan birkaç kişi hemen yanına giderek onu kendine getirmeye çalıştılar. Venedik´te bir gemiyle gelmesi gereken acil servis doktorunu aradık. Hasan için çok endişeliydik. Ölecekmiş gibi görünüyordu, nefes alışverişi git gide yavaşlıyordu, nabzı neredeyse hissedilemez hale gelmişti. Yavaş yavaş bir panik yayılıyordu. Kurtarma botu bize sonsuzmuş gibi gelen bir sürenin ardından vardığında, iki acil servis görevlisi, genç adamı gemiye taşıdılar, bizden de Arapça, İngilizce ve Kürtçe konuşan iki kişi bindi. Goethe Enstitüsü´nün İtalyanca bilen bir çevirmeni de ona refakat etmek istedi. Ama gemi kalkmıyordu. Çıldırmak üzereydim. Acil servis görevlileri sanki orada değillermişçesine hûşû içindeydiler. İtalyanca çevirmen bize dönüp, sadece bir kimlik belgesi görürlerse hareket edeceklerini söyledi. İnanamıyordum. Orada bilincini yitirmiş genç bir adam yatarken acil servis görevlileri kimlik belgesi mi soruyorlardı? Ceplerine bakın diye bağırdım. Ama hiç birşey olmadı. Şansımıza bir dosyasında tüm elçilerin pasaportlarının bir kopyası olan yapımcımız imdada yetişti. Kiliseye koştu, dosyadan bir parça kağıt kopardı ve Hasan´ın belki de içinde kimlik belgesi olan ceplerine bakmaya yeltenmeyen acil servis görevlilerine getirdi. Kimliğin fotokopisini aldıktan sonra motoru çalıştırdılar ve hareket ettiler. Onlar gittiğinde, mülteci çalışmaları alanında faal bir İtalyan aktivist bana gelerek özür diledi. „Çok üzgünüm, İtalya bu.“ dedi. Onun için üzüldüm ve ona „Hayır. Avrupa bu“ dedim ve ardından „kahretsin, dünya bu“ diye düşündüm. Bizim esas sorunumuz bu, hepimizin sınırları kafamızda yeniden üretmemiz. İtalya, Afganistan, Almanya, Türkiye, Kürtler, Sünniler, Aleviler, Şiiler, Hıristiyanlar, Katolikla, Protestanlar, Yahudiler, Sihler, Hindular, Bahailer, Cedaylar. Kahretsin! Hepsi ne kadar da karmaşık. Bu nedenle uzun süre sustum Ece. Bu yüzden, çünkü herşeyin çok karmaşık olduğu ve ben ancak 46 yaşımda herşeyin herşeyle, herkesin herkesle ilintili olduğunu anladığım için. Küçük veya büyük acılar olmadığını, aslında yalnızca bizim ortak acılarımız olduğunu anladığım için. Dünyamızın tüm kırılganlığının bizim ortak kırılganlığımız olduğunu anladığım için. Trump benim başkanım, Obama benim başkanım, Erdoğan benim başkanım, Almanya´nın caddelerindeki Naziler benim hemşehrilerim, Suriye´deki savaş benim hayatıma ilişkin. Sınırlar benim sınırım. Ölenler benim ölülerim. Komşumun taktığı başörtüsü benim başörtüm. İşte bu sömürgecilik meselesi. Herşey birbiriyle bağlantılı. Bu dünya küçük ve dar ve zalim. İşte bu manzara beni bunalttı, boğazıma tıkandı ve sana yazmaktan alıkoydu. Sana teşekkür ederim sevgili Ece. Bu tıkanıklık, bu kriz için. Şimdi bunları kağıda döktüm ve sana şunu söylemek istiyorum ki, bu ergence, dünyadaki tüm haklılık ve haksızlıklarla irtibatta olma hissi, beni artık kilitleyemeyecek. Aksine onun beni özgür kılacağına inanıyorum. İnanıyorum ki, bu his sevgi. Bu dünyaya, bu hayata ve insanlara dair sevgi.

Kendine iyi bak.

Dostun Björn

 

Cem Şentürk tarafından Almanca´dan çevirilmiştir.

December 22nd, 2016 – Brief nach München versendet (Temelkuran an Bicker)

“İki ülke yok: Türkiye-Almanya diye. Sadece bir ülke var”…

Bu cümle neredeyse yüzüme çarptı Björn. Bir rüzgar gibi değil, sert bir cisim gibi. Sanırım bir süredir arkadaşlarıma anlatmaya çalıştığım ve tıkanıp kaldığım bir meseleyi böylece bir kişinin daha hissettiğini anladım.

Merhaba Björn, bu arada.

Bu kez acilen sana yazmam gerektiğini düşündüm. Konuşmaya çalıştığımız meselenin ne çok keşfedilmemiş, geçilmemiş patikası var diye düşünüyorum şimdi.

Baştan başlayayım…

Zagreb’e geldim. İki yıl önce buradaki yayıncım ve dostum Petra bana neredeyse zorla küçücük bir ev aldırmıştı. “Bana bak Ece, Türkiye’de ne olacağı belli değil. Senin Avrupa’da bir evin olması gerek.” Şimdi o evdeyim çünkü ülkemde bu sefer ne olacağı, neyin nereden kırılacağı belli değil. Ama kırılacağı neredeyse kesin gibi. Bir buçuk aydır buradayım. En azından Avrupalı ve Amerikalı dostlarım artık Türkiye’de her patlamanın ardından olduğu gibi “Yaşıyor musun?” diye mesaj attığında “Ölmedim” demek yerine “Zagreb’deyim” diyorum. Herkes rahatlıyor. Ben rahatlamıyorum.

Şikayet etmek şöyle dursun utanılacak bir konfor içindeyim. Yeryüzündeki milyonlarca insan evlerinden gitmek zorunda kalıp belirsiz bir yolculuğa çıkarken ben sadece bir bilet alıp Zagreb’e, Avrupa’nın kıyısındaki bu tatlı şehre geldim. Düşünüyorum da Katolik dininde kariyer yapma imkanım olsaydı içimdeki bu dev suçluluk duygusuyla Papa olabilirdim!

Neyse… Buradayım ve yazıyorum. En son Guardian’a bir makale yazdım ve makale sanırım herkesin duymaktan korktuğu şeyleri söylediği için küçük bir hit haline geldi. Avrupalılara ve Amerikalılara Türkiye örneği üzerinden başlarına gelecekleri yazdım. Post-truth dünyasına ilk biz girdik ve deneyimlerimi paylaşmak istedim. Meğer ne kadar çok insan olup bitenleri hissediyor ve dile getiremiyormuş. Makale, Kopenhag’da katıldığım NewsXchange adlı iki günlük dev bir sempozyumla ilgiliydi. Bütün dünyadan gazeteciler vardı ve sempozyumun “Are we out of touch?” başlıklı açılış panelinde konuşmacıydım. Tahmin et key speaker kimdi? Nigel Farrage! Mr. Brexit! Farrage bize neyle temasımızı yitirdiğimizi göstermek için key speaker olarak seçilmişti herhalde ama bize gazetecilik dersleri lütfetti. Olup biten her şey hakikatin cenaze töreni gibiydi ve Farrage gömülenin kendisi olmadığını kesinkes bildiği için tek mutlu kişiydi. Ben de, daha sonra makalede de yazacağım gibi, Farrage’ı sorularıyla sıkıştırmaya çalışan ve elbette bu cahil cesareti karşısında çaresiz kalan gazetecilere dedim ki “Deli olacaksınız. Çünkü bu post-truth liderleriyle konuşmak güvercinle satranç oynamaya benziyor. Siz satranç kuralları içinde yenseniz bile onlar taşları dağıtıyor.”

O gün bir kez daha anladım ki dünya artık tek bir kırılgan küre ve hepimiz belki de aynı yerden kırılıyoruz; hakikatten.

Senin “kağıtsız” Afganistanlı Hasan’ın can çekişmesi de bu yüzden. Çünkü “Can çekişen bir insana yardım etmek gerek” adlı, kabul ettiğimiz bir hakikat artık eskisi gibi herkes tarafından kabul edilmiyor. Onların hakikati şu: Kağıtsız adamlar suçludur. Rönesans’ı geri sarıyorlar sanki. Avrupa’nın insanı merkeze almaya karar verdiği o günlerin öncesine dönüyoruz. Hep birlikte.

Bu toplantıdan sonra Berlin’e geçtim. Aman tanrım! Berlin’de yeni Türkiye gettosu oluşuyor. Sinirden kahkaha attığım anı söyleyeyim: Erdogan’ı başımıza bela eden, entelektüel olarak ona meşruiyet sağlamak için ilk yıllarında bütün zekalarını kullanan entelektüellerin bazıları çoktan kendilerine Berlin’den, Mitte’den evler alıp kapağı oraya atmışlar. Ne dersin, mide bulandırıcı değil mi? İçinden geçtiğimiz sürecin keşfedilmemiş patikaları var derken bundan söz ediyorum. Bu mide bulandırıcı ayrıntılardan. Şimdi onlar “Türkiye’de baskı gören aydınlar” adlı kümeye dahil olacaklar, bu yeni siyasi dalga üzerinde sörf yapacaklar ve edebiyatçı Aslı Erdogan hapishanede bekleyecek. Şunu düşünüyorum: “İlginç zamanlar” kötülük fuarları gibi; insanoğlunun içindeki irili ufaklı bütün kötülüklerin sergilendiği binlerce pavyon açılıyor. Seç beğen gez!

Berlin’de en çok dikkatimi çeken şey bu değildi. Bir histen söz edeceğim. Biliyorsun, Berlin’deki taksicilerin neredeyse tamamı Türkiyeli. Ve belki biliyorsun, buradaki Türklerin büyük bir çoğunluğu AKP destekçisi. Her taksiye bindiğimde sanki Türkiye’ye dönmüşüm gibi hissettim. Hem de benim sevdiğim değil, artık tanımakta zorluk çektiğim “yeni Türkiye’ye”. Ve şunu fark ettim, her seferinde geriliyorum. Sanki beni tutup bırakmayacak bu taksi şoförleri, sanki hepsi AKP’li, sanki hepsi benden nefret eden o parti militanlarından. Sorular soracaklar, takside kısılıp kalacağım, çıkamayacağım…. Tıpkı Türkiye’den ayrılmadan önceki son aylarda takıntı haline getirdiğim “Pasaportuma el koyacaklar” korkusu gibi. Zagreb’e dönüş uçağına bindiğim anda rahatladığımı hissettim. Şimdi düşünsene, kendi ülkeden birini görmekten tedirgin olmak. Aynı dili konuşuyor olmaktan korkmak… Saçma sapan bir durum ve bir o kadar derinlemesine bakmaya değer.

Son bir yıldır Hannah Arendt’i düşünüyorum. O benim kahramanım. Anlamsızca küçük bir yaşta okudum yazdıklarını. Geçtiğimiz yıldan beri yeniden okuyorum. Ülkeyi terk ederken ne hissettiğini bulmaya çalışıyorum yazdıkları arasında. Berlin’de de Hannah Arendt’i düşündüm. Acaba Nazi dönemi bittikten sonra Almanya’dan kaçan bir Almanla Amerika’da karşılaşma ihtimalinden tedirgin olmuş mudur?

Kendimi bir “sürgün” gibi hissetmek istemiyorum Björn. Bu yüzden saçma sapan şeyler yapıyorum. Örneğin dün Ikea’dan kendime plastik bir Christmas ağacı aldım ve konyak içerek hayatımda ilk kez Christmas ağacı süsledim. Aptalca ve komik.  Ama ancak böyle şeyleri yaparak bu “ilginç zamanların” bize dayattığı saçma rollerden çıkmak mümkün gibi geliyor bana. İlginç zamanlar nasıl spekteküler diktatörü yaratıyorsa karşılığında da spekteküler kurbanı yaratıyor. Bana öyle geliyor ki kurban olmak da oyunu sürdüren taraflardan biri yapıyor insanı. Haysiyeti kırması bir yana insan da kendini bu oyun üzerinden tanımlamaya başlıyor. İnsan, bu oyundan fazlası olmalı diye düşünüyorum ve oyundan fazlası olabilmek için Christmas ağacı süsleyip yazıyorum.

Nasrettin hocayı bilir misin? Anadolu mizahının kahramanıdır. Herkes şu sıkıcı Mevlana’yı biliyor ama bana sorarsan benim ülkemi en iyi Nasreddin Hoca anlatır. En ünlü fıkralarından biri şudur:

Nasreddin Hoca bir gün eşekten düşmüş. Görenler gülmüşler. Hoca da gülüp cevap vermiş:

“Ben zaten inecektim!”

Ben de sanırım bir eşekten düştüm ve gülüp “Ben zaten inecektim” diyorum. Evi terk etmek zorunda kalmaktan dolayı kırılan gururumu şakalarla gizlemeye çalışıyorum. “Ben bir sürgün olabilirim, ama ben martini içen bir sürgünüm!”

Şunu düşünüyorum: Tarih boyunca milyarlarca insan evlerini terk etmek zorunda kaldı. Tarih boyunca yüzlerce ülke, o ülkeyi çok sevenler tarafından tanınmaz hale getirildi. Ve hepsi içinden geçtikleri ilginç zamanlarda onurlu kalmak için yollar aradılar. İçlerinden biri muhakkak bunun bir yolunu keşfetmiş olmalı. Bu kırılganlığın üstesinden gelmenin bir yolunu.  Belki de tarih okumalı.

Sevgilerimle,

e.

January 23rd, 2017 – Brief nach Istanbul versendet (Bicker an Temelkuran)

Münih, 23 Ocak 2017

Sevgili Ece,

Evet belki de tarih okumalıyız. Hannah Arendt okumana şaşmamalı… Ben de son zamanlarda, radyoda geçtiğimiz yüzyılın 40´lı yıllarının sürgündeki Alman yazarları söz konusu edildiğinde dikkat kesiliyorum. Bir zamanlar çok uzakta gibi görünen şeyler, aniden bir seziye, geçmiş ile bugün arasında bir bağlantıya dönüşüyor. Çılgınca birşey. Kırılganlık hakkında, bozulabilecekler hakkında konuşuyoruz. Ve bunu yaparken, anlattıkların benim için kırılganlığın resmine dönüşüyor. Yayıncının nasıl sözler sarf etmiş: „Senin Avrupa’da bir evin olması gerek.” Ben Avrupa´dayım ve hangi Avrupa´yı kastettiğini kendime soruyorum. Avrupa burada neyi temsil ediyor? Daha fazla güvenliği mi? İnsan haklarının korunmasını mı? Basın hürriyetini mi? İyi muamele göreceğine dair bir güvendelik hissini mi? Son savaşın travmasını aşmaya çalışan post Yugoslavya Avrupasını mı, her türlü göçe karşı kendine duvarlar örmeye çalışan Doğu Avrupa´yı mı, Artık varolmayan Britanya Avrupasını mı, yoksa en geç yakında gerçekleşmesi muhtemel Le Pen´in zaferinden sonra artık var olmayacak Alman-Fransız barışının Avrupasını mı kast ediyor? Evet, bunlar retorik sorular, her biri kısaltmalar ve hepsi yalnızca yarım gerçekler. Ama gerçeklik sonuçta hep bir perspektif meselesidir: Eğer Avrupa´daki bir roman azınlığının bir üyesi olarak bakıyor ve bu Avrupa´da bu insanlar için sürekli ve her yerde yapısal ve gündelik ayrımcılığın olmadığı neredeyse hiç bir yer olmadığını görüyorsam, İslam inancının bir üyesi olarak tüm Avrupa´da Müslümanlara karşı dışlama arzuları ve nefret fantazilerinin nasıl yayıldığına tanık oluyorsam, eğer insan olarak başımın üstünde sıcak bir çatı sunulmadığı için bir Sırp mülteci kampında neredeyse donmak üzereysem, Almanya´ya bir Türk misafir işçinin torunu olarak hala yabancı muamelesi görüyorsam, Musevi inancının bir üyesi olarak, sağcı siyasilerin Almanya´da soykırımın anılmasına dair tartışmayı ele geçirdiklerine şahit olmak zorundaydam, genç bir Yunanlı üniversite mezunu olarak yaşadığım sürece kendime uygun bir iş bulamayacaksam, 55 yaşındaki bir işsiz olarak elimdeki para hayatta kalmama yeterli olmadığı için yemek kuponlarına muhtaçsam, eğer homoseksüelliğim Polonya´nın katolik şeytan çıkarıcılarının gazabına uğruyorsa… o zaman benim de Avrupa´da bir eve ihtiyacım var, içerisinde hümanizmin, insan haklarının, refahın, dayanışmanın, aydınlanmanın eleştirel ruhunun bayrağının dalgalandığı bir Avrupa´da. Ama bu bayraklar liğme liğme, bu can yakıcı soğukluktaki kışın dondurucu rüzgarında parça pinçik bir halde sallanıyorlar. Bunu ben yazıyorum, Björn Bicker, imtiyazlı, beyaz orta sınıftan, ailesiyle Avrupa´nın refah düzeyi en yüksek kentinde lüks bir kiralık dairede oturan, şimdiye den gerçekte hiç ayrımcılığa maruz kalmamış, çocuklarına iyi eğitim olanakları açık olan, Tiyatro oyunları ve kitaplar yazarak, yukarıda ortaya attığım siyasi ve toplumsal sorularla karşı karşıya gelen sanatsal projeler geliştirerek hayatını en iyi şekilde kazanabilen ben. Her yönden tehdit edilen ve sorgulanan imtiyazların yakında ortadan kalkabileceğine dair son zamanlarda büyük endişeler edinen ben yazıyorum. Hakkım olarak ya da hakkım olmayarak. İkisi aynı anda. Bununla nasıl başa çıkıyorum? O zaman senin kendi ülkenden insanlardan duyduğun tedirginlik hakkında yazdıklarını okuyorum. Ve biliyor musun? Bu tedirginliği ben de biliyorum. Bu son iki yıldır daha geniş bir alana yayılan bir his, insanın bahsetmek bir yana hissetmekten bile imtina ettiği bir sıkıntı. Almanya´da da durum aynı, artık konu siyasete gelir endişesiyle insanlarla spontane konuşmalardan korkuyorum. İnsanların mülteciler hakkında, Müslümanlar hakkında, partiler hakkında, olası herşey hakkında konuşmasından. Çünkü perdeler kalktı, bariyerler yıkıldı. Geçen yaz ailem ile İtalya´daydık. Dünya kupası esnasında deniz kıyısında bir kamp yerindeydik. Akşamları futbol delisi kızımla maçlara bakmak için meydandaki pizzacıya gidiyorduk. Kamp yerinde çok sayıda Alman vardı. Bir akşam siyah kırmızı sarı şapka ve formalarıyla geldiler ve büyük televizyon ekranının karşısına kuruldular. Ve milli marş çalınırken, ayağa kalkıp sağ ellerini göğüslerinin üzerine koydular – Belki bir Türk olarak bu sana çok çarpıcı gelmiyor olabilir, ama bunu Alman olarak yapıyorsan, bu bir mesaj içerir. Tüm dünyaya bir mesaj: Yeni bir dönem başladı. Dünyanın yarısını toz duman eden, altı milyon Yahudinin canına kıyanların torunları, İtalya´da dahi, kamp yerimizin çok da uzağında olmayan bir yerde, katliamlar yapmışların torunları, yeni Almanlar tekrar aramızdalar. Ve ülkemin insanlarının pek çoğu sürekli kendilerini zayıf ve sevgiden yoksun hissettikleri için, birbirini izleyen iki diktatörlüğün inanılmaz narsizm hastalığıyla başa çıkamadıklarından, bir kez daha abartılı bir dev „ben“e sığınmak zorunda hissediyorlar. Sınırlar yerinden oynadı. Senin de yazdığın gibi: Gerçek sadece bir dış çeper, bir şaka, her iddia bugünlerde gerçek olabilir, onu sadece yeterince sık dışarıya bağırman veya yeterince sık tvitlemen gerekiyor. Artık Almanya´da toplumsal kesimlere dair olumsuz genellemeler yapmak, dayanışmaların bittiğini ilan etmek normal birşeye dönüştü– Bu ister televizyon ister yazılı basın da olsun medyanın büyük kesiminde yaygın bir pratik haline gelmiş durumda. Milyonlarca insanın izlediği talk showlarda ciddi ciddi bir toplumsal grupla ilgili genellemeler yapılıp yapılmayacağı tartışılıyor. Bir zamanlar sol liberal gazetelerin kültür sayfalarının redaktörleri artık sağcı olduklarını ve buna da hakları olduğunu anlatan makaleler kaleme alıyorlar-  sanki birileri buna hakları olmadığını söylüyormuş gibi. Çocuklarımıza ders veren öğretmenlerin açıkça Müslümanlara karşı kışkırtmalarda bulunan, sanat ve basın hürriyetine karşı olduğu için anayasamızı sorgulayan bir partinin üyesi olmalarına rıza gösteriyoruz, açıkça kendi ırkçı ve antidemokratik düşüncelerini hukuka taşıyan yargıçlara tahammül gösteriyoruz. Son yılların en çok satan kitaplarından birini bir sosyal demokrat politikacı, Berlin´in eski finans bakanı yazdı: Kitabın adı „Almanya kendini yok ediyor“. Kitabında Müslümanların zekaca yetersiz ve gelişme yeteneğinden yoksun oldukları yakıştırmasında bulunuyor. Açıkça biyolojik bir açıklama getiriyor. O ve kitabı, edebiyat evleri ve kitapçılarda brujuva okuyucu kitlesi tarafından coşkulu bir ilgiyle karşılandı. Hala Sosyal Demokrat Parti´nin bir üyesi. Partiden atılmadı, kendisiyle dayanışmaya son verilmedi. Ama durum daha da karmaşık. Senin de yazdığın gibi, söz konusu olan gerçek ötesi hakikatler, tüm beyinlerin filtrelenmesi, hakikat olmayanın iddia edilmesi. Ama biliyor musun, yalancıların (eskiden onlara öyle derdik) stratejisi çok akıllıca. Yalanlarını ta ki başkaları tarafından fark edilmeden devralınana kadar dünya üzerine bırakıyorlar. Ve kazanmış oluyorlar. Sana iki örnek vereceğim: 2015/2016 yılbaşında işlenen çok sayıda cinsel saldırı suçuna tepki olarak Köln Polisi, bu yıl koruyucu tedbir olarak Kuzey Afrikalı gibi görünen erkek gruplarını tümüyle tutup, kontrol etti ve kayıt altına aldı. Yani dışsal görüntüyle profil oluşturdular. İster kabul edilsin ister edilmesin bunun adı Racial Profiling. Bundan bir gün sonra Yeşiller Partisi´nden bir kadın siyasetçi polisin bu davranışını sorguladı ve polisijn böylesi bir davranışının kamuoyu önünde tartışılması gerektiği uyarısında bulundu. Herkes, gerçekten herkes, bu siyasetçiye sırt çevirdi. Kendi partidaşları dahil. Polis doğru davrandı deniyordu her yerde, tabi ki de kadınların korunması gerekirdi vesayire… Yani, normalde ayrımcılıktan azade liberal ve açık bir toplumdan yana tavır koyan politikacılara da eleştiri yasağı kondu. Peki niye? Çünkü toplumun popülist gerçeklik ötesi kesiminin parmağını kendilerine doğrultup şunu demesinden korkuyorlar: Seçkinlerimizin entellektüel üyeleri gerçekle bağlarını koparmışlar, suçluları ve tecavüzcüleri koruyorlar“ Polis aynı gece Twitter´dan öfkeli bir coşkuyla hareket eden genç adamlar topluluğundakilerin NAFRIS´ler olduğunu duyurdu, yani Kuzey Afrikalı Yoğun Suç İşleyiciler“ [NordAFRikanische IntensivStraftäter].Daha kibar bir versiyonda sadece „Kuzey Afrikalı Erkekler“ (NAFRI) [NordAFRIkanischen Männern] ifadesi kullanılıyor. Ve aniden tüm ülke Kuzey Afrikalı Müslüman erkeklerle nasıl baş edileceğini tartışıyor, Tunus, Cezayir, Fas hızla güvenli ülkeler ilan ediliyor ki, mültecilik talebinde bulunanlar çabuk ve kolay sınırdışı edilebilsin. Berlin Breitscheid Meydanı´na yapılan saldırıyı gerçekleştirenin Tunuslu olması hemen büyük bir keyifle çorbaya tuz biber olarak eklendi ve kendi bakış açılarının bir teyidi gibi değerlendirildi. Şunu gözünün önüne getirmelisin! Polis datasının analiz edilmesinden iki haftsa sonra ne çıktı ortaya biliyor musun? Köln Tren İstasyonu´nunda kontrol edilen 900 kişi arasında hiç denecek kadar az Kuzey Afrikalı vardı. Kontrol edilen ve tedbir olarak belirli yerlere sokulmayanlar Afganlılar, Suriyeliler, Iraklılar, Almanlar ve birkaç Kuzey Afrikalıdan oluşan karma bir gruptu. Ama mesaj olarak ne arta kaldı biliyor musun? Artık polis, ırkçı bir tavırla kitlesel racial profiling yaptığında, tecavüzcü, vatan haini ve solcu hayalperest damgası yemeksizin eleştiride bulunamazsınız. Daha da kötüsü: Irkçılıkla ilgili konuşmalar artık makul olarak görülmüyorlar. Tartışma böylesi bir yön değiştirdi. Diğer örnek çok daha incelikli ve gerçek ötesi pazar çığırtkanlarının bizim ve dostlarımızın beyninde ve kalbinde ne kadar uzun zamandır yer etmeye başladığından bahsediyor. Açık, iyi kalpli, dürüstlüğe önem veren, müzik fanatiği, Amerikan (Pop) kültürünü yakından tanıyan ve izleyen biri olarak tanıdığım bir gazeteci arkadaşım kısa süre önce Facebook´a bir video ekledi. Videoda, bir kaç mumyalanmış feminist görünüyor ve Trump karşıtı gösteride „Allahu Ekber“ diye bağırıyorlar. Açıkça Trump ve yandaşlarının öncülük ettiği islamofobik tartışmaya karşı bir protesto biçimi. Aynı zamanda dayanışmacı bir aksiyon. Tanıdığım ciddi bir şekilde soruyor „Neden bu feministler, kriminel saldırganların kitlesel olarak insanlara ateş açtıkları, onları havaya uçurdukları veya onların üzerlerine kamyon sürdükleri zaman söyledikleriyle aynı sözleri bağırıyorlar?! Biri bana açıklayabilir mi?“ Gerçekten de bunu bilmek istiyordu! Bu sözleri milyonlarca barışcı Müslüman günde beş defa ibadet ederken söylüyorlar… ama alışılageldik, Müslüman olmayan Batı Avrupalı bu ifadeyi artık sadece insan düşmanı bir avuç teröristle özdeşleştiriyor. Sorusu beni şoka uğrattı: Bunun anlamı, hem teröristlerin hem sağcı İslam karşıtlarının iyi iş çıkardıkları. Müslümanların inancı ve Müslümanların kendileri itibar kaybına uğradılar. Teröristler ellerini ovuşturabilirler, çünkü bu Müslümanların, Müslüman olmayan ülkelerde ayrımcılığa uğramaya devam etmesine ve bunun daha da sertleşmesine ve muhtemelen yakında kovuşturmalara uğramalarına, zemin sunuyor ve kuş beyinli teröristler bu zeminde öldürmeye devam etmenin meşruiyetini buluyorlar. Sağcı İslam karşıtları memnunlar, çünkü ulaşmak istediklerine eriştiler: Müslümanlar, insanlara şiddet, terör ve korkuyu çağrışımı yapıyor. „Öteki“ni tasarladılar ve işaretlediler, takibata uğrayabilecek, mücadele edilecek, hakarete maruz tutulabilecek „öteki“ni. Çünkü kendileri aslında böyle bir çürük elma. Gerçekten. Evet, böylelikle kısaltmalardan, yalanlardan, kendilerini söyleyenlerin aslında öyle demek istemedikleri acıtıcı gerçek ötesi gerçekler üretiliyor. Tehlike bu. İddia etmekten gerçek oluşa bu kayış, Donald Trump ve çevresindekilerce göreve başlamasından birgün sonra bizlere sahnelenen bir fenomen. Konu kimin göreve başlama töreninde daha fazla insanın hazır bulunduğuydu, onunkinde mi, Obama´nınkinde mi? Gazeteciler fotoğraflar gösterdiler, Trump´un töreninde yarısı boş bir meydan ve Obama´nın töreninde dolu bir meydan. Ve Trump hiçbir zaman kendi görevi devralma törenindeki kadar çok insanın biraraya gelmediğini iddia etti. Nokta. Ve akşamında medya ile savaşından dem vurdu ve ertesi sabah basın sözcüleri gerçek olmayan şeyleri yayan gazetecilerin cezalarını bulacaklarını söylediler. Gerçekten de Obama´nın töreninde daha fazla izleyici olduğu dile getirildiğinde, basın sözcüsü şunu söyledi: Size alternatif gerçekler sunuyorum. İşte bu yeni kelime: Alternatif gerçekler. Şu çocukça „Dünyayı hoşuma gidecek hale getiriyorum“, iki kere üç dokuz eder hali. Astrid Lindgrens´in „Uzun Çoraplı Pippi“ karakterini biliyor musun? İyice düşününce, kimin daha çok izleyici topladığına dair sidik yarışı hiç de komik değil, aslında korkutucu. Çünkü, iki kere üçün dokuz ettiğini, diğerini acaba bu „saçma iddia“da haklı bir tarafı olabilir mi diye düşünene kadar iddia eden kişi, bir diğer seferinde başka insanların toplumumuza ait olmadıklarını öne sürebilir, bir diğerinde değer taşımayan yaşamlar olduğunu öne sürebilir, bir seferinde de insanların başkalarından farklı dine mensup oldukları, farklı ten renkleri, farklı kökenleri nedeniyle nefret etmeleri gerektiğini öne sürebilir. Ve diğerleri şunu söylemek yerine tartışacaklar: NO! Enough is enough! İşte gerçek ötesi gerçekliğin tehlikesi bu. Elimizen akıp gitmesi, bizi güçsüz bırakması. Kendimizi geri çekmemiz… Ve gülmemiz, senin Türk fıkra kahramanı gibi, „aman, zaten inecektim“… Kendime inmek istemediğimi hergün hatırlatmak zorundayım, başım dik şekilde eşeğin üzerinde oturmak ve karmaşıklığı ve güzelliği ve hedefe varamamayı müdafa etmek istiyorum. Kelimelerle. Hikayelerle. Sevgi ve güçlü bir ümitle.

Kendine dikkat et, en iyi dileklerimle

Dostun Björn

Cem Şentürk tarafından Almanca´dan çevirilmiştir.

January 31st, 2017 – Brief nach München versendet (Temelkuran an Bicker)

Sevgili Björn,

Mektubun beni sözlerimin en kırılgan olduğu mesele üzerine düşünmeye zorladı. İslam. Bu, üzerine düşünmemeye ve mümkünse hiç konuşmamaya çalıştığım bir mesele olduğu için sanırım sana yazarak düşünmeye çalışmak en iyisi.

Geçtiğimiz günlerde, Trump’ın başkanlık yeminin ertesi günü, Amerikalı kadınlar bana ve bütün dünyadaki benzerlerime ilham veren dev bir protesto yürüyüşü yaptılar. Amerikalılar Trump konusunda ne kadar şanslı. Bizim Trump’ımız gibi gizlenerek, kendisine sevimli bir demokrat görüntüsü vererek iktidara gelmedi. O apaçık bir “bully”. Bu, ABD’li muhaliflerin işini ne kadar kolaylaştırıyor. Ama ilk kez Amerikalıları gerçekten takdir ediyorum. Arendt’in söylediği gibi iktidarın yanında hizaya girmeyi reddettiler. Sanatçılar, entelektüeller, gazeteciler açıktan küfür ediyorlar. Öte yandan Albert Camus’nun sözünü ettiği “insanlara insanın diliyle konuştuğumuzda onlarda insanca bir tepki yaratacağımıza dair duyduğumuz güven” belki de artık orada yok. Çünkü Merly Streep bir ödül töreninde yaptığı konuşmayla bizim gözlerimizi doldurmuş ve Trump’a tepkisini açıkça ortaya koymuş olabilir. Ama Trump yandaşları onun tıpkı Trump’ın dediği gibi “overrated” olduğuna inanıyorlar. Sözlerimiz onlara ulaşmıyor yani.

Konuyu dağıttım. Şunu anlatacaktım. Kadın Yürüyüşü için kullanılan posterlerden birinde başını ABD bayrağıyla örtmüş bir Müslüman kadın vardı. “Hymens and Scarfs”ın yazarı Mısırlı Mona Elthawy “I cannot celebrate this poster” diye yazdı Twitter’da, “Çünkü ben yıllarca başörtüsü örtmemek için direndim.” Aynı şeyi ben de düşünmüştüm. Örtünen kadınlar arasında bunu seçenler değil, zorla yapanlar var. Onların durumunu neden meşrulaştırmalıyız ki? Ayrıca din söz konusu olduğunda seçim var mıdır ki? Başörtülü kadınların haklarını savunmak ile başörtüsünü savunmak arasında fazla ince bir çizgi var. Saygı duymakla desteklemek arasındaki ince çizgi. Ve biz Türkiye’de gördük ki bu çizgiyi aşmamak mümkün değil.

Tunus’ta bir yıl yaşadım Düğümlere Üfleyen Kadınlar romanını yazmak için. Cinsel frustration’ın elle tutulacak kadar somut olduğu bir memleket. Yani evet, Tunuslu olduğu için erkeklerin tutulması akılalmaz bir profiling ama ortada bir gerçek de var: Kadınları rahatsız edebiliyorlar. Bunları açıkça söylemek beni de ırkçı yapıyor olabilir ama sanırım hep birlikte problemin orada olduğunu konuşmamaya karar vermek bizi bir yere götürmüyor. İslam ülkelerinin sorunları var. Cinsel eşitsizlik, cehalet, azgelişmişlik, dini baskı… Bunları, onları eleştiren herkesi ırkçı ilan ederek çözemiyoruz.

Bunları söylemek zorundayım çünkü Türkiye’de şunu gördük:

“İnancımıza  saygı, başörtüsüne özgürlük” diyerek iktidara gelenler şimdi anaokulundaki kızların başını örtüyorlar. Anaokullarında şeriat ve ölüm propagandası yapılıyor. Bu hastalığın binlerce tarihi sebebi var. Soğuk Savaş yıllarına dayanan bir mesele. Anti-komünizmi güçlendirmek için Batılı devletler tarafından desteklenen İslamcılık bugün dönüp onları vuruyor. Ama o ülkelerde yaşayan ve insanca bir hayatın hayalini kuran laik, ilerici insanların işini daha çok zorlaştırıyor. Batılı ırkçıların yanında yer alacak değiliz, ama onların yanında da yer almamız mümkün değil. Sanırım “Ortadoğulu ilerici” tehdit altındaki bir tür ve giderek soyumuz tükeniyor. Biz, en yalnızlarız.

Pippi Uzun Çorap’tan söz etmişsin. Ne kadar sevindim. Küçükken sadece kitabın kapağına bakarak saatler geçirdiğimi hatırlıyorum. Turuncu kızın maceralarını okurken insanın kaderinin çocukluğunda okuduğu kitaplarla belirlenebileceğini bilmiyordum. Sanırım tek başına o kız çocuğu dünyada bir kadın kuşağı yarattı. Ben de o kuşağın bir parçasıyım. “Dünyanın en güçlü kızı” Pippi bugün çıkıp soru sormaya başlasa ne sorardı acaba?

Eskiden Türk Devlet televizyonu onun filmlerini gösterirdi. Şimdi sadece saçma sapan dini programlar gösteriyorlar. Son on yılda öyle bir nesil yetiştirip onları her yoldan öyle doktrine ettiler ki artık ne onlar bizi tanıyor ne de biz onları. Bu, Pippi’nin bir sapık olduğunu düşünecek bir kuşak. Şimdi söylesene, onların inanma özgürlüğünü savunmak neden içimden gelsin? İslam reformdan geçmediği sürece –ki bu çok kanlı olacaktır- sanırım Pippi’nin kendini korumaya alması daha doğru.

Haklısın, Avrupa “sığınılacak” (take refugee) bir yer olmaktan çıktı. Hırvatistan’da da gerginlikten söz ediliyor, Bosna’da yeni bir savaş ihtimalinden. Düşünmek bile istemiyorum. Sırp yazar Milorad Pavic’in The Writing Box diye tuhaf bir kitabını okumaya başladım. Kitabın başlarındaki şu cümleye acı acı güldüm:

“ Whenever Europe gets sick, it seeks a cure for the Balkans”

Sanırım haklısın, dünyada kaçılacak bir yer kalmadı. Bu da beni insanın kimyası üzerine düşündürüyor. Direniş insanın ilk tepkisi değil. Ancak kaçacak yer kalmadığında başvurduğu bir yol. Sanırım en genel anlamıyla “direnişin” eşiğindeyiz. Bizim kuşağımız bunu görecek mi emin değilim ama sanırım V for Vendetta tarzı bir şey görecek dünya. İdeolojisini anlatamayan çünkü cahilleştirilmiş kitleler isyan edecekler, tam olarak neye isyan ettiklerini, karşılğında ne istediklerini bilmeden. “O sosyalizm meselesini o kadar tarihten silmeyecektiniz” diyesim geliyor insanlık tarihine! “Belki de öğreneceğiniz bir şeyler vardı”! Şimdi dünyanın her yerinde genç kitlelerin sosyalist diskurun başlangıç cümlelerini kendi kendine yeniden icat etmeye çalıştığını, hecelemeye çalıştığını görünce içim sıkışıyor: Ne büyük bir zaman kaybı!

Çok kırılganlar. İşte kırılganlıktan söz edeceksen bundan söz etmeliyiz belki. Direniş çok kırılgan çünkü ellerinde bir metin yok. Tutup hükümdarın suratına sallayacakları bir metin. Bu yüzden çok tökezleyecekler. Amerikalılara bakınca bunu görüyorum. Oysa tarihten silinmemiş olsaydı var olan metinleri yenileyerek yola devam edebilirdik.

Direniş çok kırılgan çünkü koca bir “Hayır” üzerine kurulu, İkinci bir cümleleri –varmış gibi yapsalar da- yok aslında. Bütün dünya çocuklaştırılmış (infantilized) bir direnişle baş başa. Ne üzücü.

Ama yine de umutluyum. Amerika bize bütün nahifliğiyle bir kez daha ilham verecek gibi görünüyor. O nahifliğe ilk kez saygı duyuyorum ve gözlerimi dikmiş onlara bakıyorum.

Dostlukla,
Ece.

Not: Trüf mantarı sever misin? Burada çok ucuz. Adresini verirsen sana gönderebilirim:)